- Sahabîlerden Abdullah îbn-i Abbas (Radıyallahü Anh)’dan:
— Şam”da bir Yahudi vardı… Bir gün Tevrat’ı okuyordu… Onda bir Îlâhî müjde gördü… Son Nebi’nin şan ve şerefine ait haberlere rastladı. Tevrat’ın dört yerinde Allah Resulünün vasıflarını ve şemailini buldu.
— “Bu ne, bu da ne böyle?” diye söylenerek o yerleri kesti ve yaktı…
Bir başka gün yine Tevrat’ı okuyordu. Büsbütün hayretler içinde kaldı. Bu defa da aynı şeylerin Tevrat’ın sekiz yerinde parladığını gördü:
— “Olamaz, böyle bir şey olamaz, mümkün değil” dedi…
Ne var ki, gördükleri gerçekti. Yine onları da kesip yaktı…
Aradan günler geçmişti. Bir Cumartesi günü tekrar Tevrat’ı eline aldı… Ne var ki, birden hayret ve dehşetle doluverdi. Yine Sonsuzluk Nebisi’nin şan ve şerefini anlatan nice satırlar vardı. Tam on iki yerde o ulu ve eşi bulunmaz Nebi’den bahsediliyordu… Kendi kendine göğsünü yumruklayarak:
— Ben, dedi, bunları da koparırsam, Tevrat’ın tamamı onun vasıfları ile dolacak!… Vay bana!…
Derhal arkadaşlarının yanına koştu ve sordu:
— Tevrat’ta vasıflarını okuduğum o zât kimdir?
Yahudiler gerçeği söylemiyorlardı:
— Sen, diyorlardı, işine bak!…
O yine üsteliyordu:
— Söyleyin bana, kimdir bu zât?
Yahudiler bu defa:
— Yalancının biridir!… En iyisi ne sen onu gör, ne de o seni görsün!…
Adam öfke ile haykırdı:
Musa’nın Tevrat’ı hakkı için, benim onu ziyaretime engel olamazsınız!…
Yahudiler gülerek:
— Yâni şimdi sen tââ… Medine’ye mi gideceksin?
— Evet!…
— Hiç zahmet çekme, o dediğimiz gibidir!…
— Hayır, siz yanılıyorsunuz. Ben ya onu görürüm, ya da bu yolda helâk olurum!…
— Akılsız başın zahmetini ayaklar çeker…
— Siz öyle bilin!…
Ve gönül çırası aşk kibriti ile tutuşan adam sırtına bir çanta vurup Medine istikametine doğru yola koyuldu…
Uçsuz bucaksız kum çölünde ilerliyordu… Gece gündüz demeden çöllerde yürüdü ve nihayet bir gün Medine ufukta gözüktü…
Heyecanı büsbütün artmıştı… Yeni bir gayretle kumları tepe tepe yürüdü. Medine’ye henüz girmemişti ki, bir ağacın altında gölgelenen bir adam gördü…
Dikkat edip baktı…
O kadar güzel yüzlü biriydi ki, onu iki Cihanın imdâdına yetişen Hazreti Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) zannetti. O ise Selmân-ı Fârisi’den başkası değildi…
Allahın Sevgili Resulü üç gün önce bu fani hayattan gerçek hayata geçmişlerdi…
Tâbiî ki gelen adam onun vefat ettiğini bilmiyordu… Yavru kuşlar misâli uçarcasına Hazret-i Selmân’a doğru koştu…
Titrek dudaklarını aralayıp selâm verdi ve:
— Sen, dedi, O musun?
Selmân (Radıyallahü Anh) gözyaşlarını iplik iplik akıtıyordu. Adamın kimi aradığını anlamıştı. Cevap verdi:
— Ben onun sahabîlerindenim!…
Tâ Şam’dan kalkıp gelen bu garip adam öyle bir mutlulukla dolmuştu ki, haykırdı:
— Peki o nerede?
Hazret-i Selman bir an sükût etti ve düşündü:
— Vefat etti, dese, dönüp gidecek, sağdır dese, yalan olacak… Tek bir çâre kalıyordu :
— Gel, dedi, seni arkadaşlarının yanına götüreyim!..
Beraberce yola koyuldular… Az sonra Mescidin kapısına gelmişlerdi… Fakat her tarafta bir keder rüzgârının estiği belli oluyordu… Yürüyüp içeri girdiler…
Mescidin içi sahabilerle dolu idi…
Öyleydi de mahzunluk herkesi yumak yumak sarmıştı… Yabancı adam gözlerini sahabîler üzerine dikti ve Kâinatın Efendisini onların arasında sanarak selâm verdi:
— Esselâmü Aleyke Yâ Rasulallah!…
Mescidin içini bir hıçkırıktır doldurdu… Herkes hıçkıra hıçkıra ağlıyordu…
Sahabiler yaşlı gözlerini kaldırıp ona baktılar ve;
– Ey er!. Sen kimsin? Yaramızı tazeledin…
Adam cevap verdi:
— Ben onun adına âşık olup gelen biriyim. Tâ Şam’dan kalkıp geldim, Onu gösterin bana!…
Mescidin içini yeniden hıçkırıklar doldurdu.
— Âh, dediler, o tertemiz canların sultanı vefat etti, Rabbimizin katma yürüdü, biz de Leylâsından ayrılan Mecnun'a döndük…
Şam’dan sevdâlarla kalkıp gelen adam bunu duyar duymaz bir çığlık attı:
— Vah perişanlığıma, vah bana!…O kadar yolu boşa geldim. Keşke annem beni doğurmasaydı da Tevrat’ı okumasaydım…
Sordular:
— Tevrat’ı okuyunca ne oldu?
Adam çırpına çırpına dedi ki:
Onun vasıflarını ve şanını gördüm, bâri kendisini de göreyim, diye buralara kadar geldim…
Bir an sustu. Sonra başmı kaldırıp seslendi i
— Ali Bin Ebu Tâlib içinizde mi?
Cevap verdiler:
— Evet!…
— Sana soracaklarım var, ey Ali!…
— Buyur, sor!…
— Senin ismini de Tevrat’ta gördüm… Şimdi söyle bana, Allahın Rasulu nasıldı?
Bunun üzerine Allah'ın yenilmez arslanı ve Evliyalar Sultanı Hazreti Ali şöyle anlattı:
— O insanların en güzeli idi. Ne uzun boyluydu, ne de kısa. Mübârek başı yuvarlaktı. Alnı genişti. Gözleri siyah ve irice idi. Kirpikleri uzundu… Tebessüm yüzlerinden eksik olmazdı. Güldükleri zaman dişleri arasından nur yayılırdı. Dişleri sanki incilerden bir kolye idi…
Bıraktıkları zaman saçlarını kulak yumuşağına kadar uzatırlardı, kestiklerinde de tam keserlerdi… Elleri ve ayakları etliceydi. Yürüdükleri zaman, yüksek bir yerden
iniyormuş gibi ayağını yerden kuvvetle kaldırırlardı. En hızlı giden adam bile onu geçemezdi. îki omuzu arasında nübüvvet mührü vardı!…
Bütün bu vasıfları dinleyen garip adam mutlulukla sesini yükseltti:
— Sadakte Yâ Ali! = Doğru söylüyorsun, yâ Ali!.,. Onun Tevrattaki vasıfları da böyledir…
Ve ilâve etti:
— Ey can meclisinin mumu Ali, onun bir eşyası kaldı mı? Koklamak istiyorum…
Hazret-i Ali (Radıyallahü Anh) mübârek gözlerini Selmân-ı Fârisi’ye dikti:
— Ey Selmân!… Fâtıma’ya git… Nebiyyi Zişanın cübbesini versin!…
Hazret-i Selmân rüzgârın savurduğu yapraklar misâli uçarak gitti, Hazret-i Fâtıma’nın kapısına vanp seslendi :
— Ey evliyanın zinet kapısı, ey âlemin övüncü!…
Hazret-i Fâtıma (Radıyallâhu Anhâ) yaralı yüreği yavru kuşlar gibi çırpındı ve dedi ki:
— Yetimlerin kapısını çalan kimdir?
Selmân (Radıyallahü Anh) kendini tanıttı:
— Ben Selmân!… Beni Ali gönderdi… Nebiyyi Muhterem’in mübârek cübbelerini istiyorlar…
Hazret-i Fâtıma gözyaşlarını tutamıyordu:
— Onu, dedi, kim giyecek?
Selmân Hazretleri olup bitenleri tek tek anlattılar ve cübbeyi alıp Peygamber Mescidine geldiler…
Hazreti Ali onu alıp kokladı. Sonra sahabe kokladı, Sonra o aşk derdiyle Şam’dan gelen kişi kokladı ve dedi .
— Bunun kokusu ne kadar güzel!… Bunu bir kere koklayan ömür boyu bir daha unutamaz… Bu sanki ıtır dolu bir çanak… Bunda insanın ciğerinin zarına işleyen bir haslet var…
Sonra yaşlı gözlerini sahabîlere dikerek:
— Ey onunla. sohbet etmek şerefine erenler dedi.
— Bana o kokusu güzel Mustafa’nın yattığı yeri gösteriniz!.
Ona Nebiler Sultanının mübârek ravzasını gösterdiler.
— îşte şuracıkta yatıyor!…
Adam usul usul mübârek kabre doğru ilerledi. Mübârek ravzadan bir avuç toprak alıp kokladı, sonra başını semâya kaldırdı, ellerini açtı:
- İlâhi, dedi, şu kabrin içinde yatan mübârek zâtın senin Son Peygamberin olduğuna şehâdet ederim. Sen birsin, şerik ve benzerin yoktur. Mülk senin, hamd sanadır…
Benim şu anda İslâma girişimi kabul buyurursan, ruhumu burada, aziz Peygamberinin huzurunda kabzeyle de, beni bir daha ötelere gönderme!…
Aşk bu!…
Aşkm şimşeğine can mı dayanır… Adam birden bir külçe gibi yığılıp kalıverdi… Yüce Allah, onun duasını kabul etmiş, ruhunu Peygamberinin huzurunda alıvermişti.
Sahabiier koşuştular… Ne var ki, o çoktan Sevgilisine kavuşmuştu bile… Şimdi herkesin dilinde şu âyet dolaşıyordu:
“Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz.”