- Ah diye bağırdı beş on metre önümde yürüyen sarı saçlı kız. Ah dedi bir daha, yere oturdu ayağını tutuyordu. Yaklaştım yanına iyi misin dedim. Kafasını kaldırdı ayağım dedi, ayağım çok acıyor, kanadı galiba. Ayağında ayakkabı yoktu. Uzun bir süredir önümde yürüyordu ama ayağında ayakkabı olmadığını fark etmemiştim. İnsan kendi derdine düşünce başkalarınınkini görmüyor sanırım. Ya da dert sandığı şeyleri başka birinin hayatını görünce hiç de dert olmadığını görüyor. Ben hiç ayağımda ayakkabının olmadığı bir durumu yaşamadım. Ya da hiç kuru ekmek yemedim bir yemekte, zeytini üç ısırıkta yemedim mesele kahvaltıda. Ya da kardeşim aç kalmasın diye kendimi aç bırakmışlığım da hiç olmadı.
Gözünden ufak ufak yaşlar dökülmeye başlamıştı. Ayağına baktım, cam kesmişti ayağını. Neden ayakkabı giymedin ki diye hiç sorulmaması gereken bir soruyu sormuş bulundum bir kere. Aceleyle evden çıktım ağabey o yüzden giyemedim dedi. Ayakkabım yok ondan giyemedim demedi, diyemedi.
“Adın ne senin?”
“Elif, adım elif”
– ben de Murat, memnun oldum küçük hanım.
Biraz gülümsedi, mercan mavisi gözlerinin içi parladı biraz. İnci gibi dizilmiş dişleri göründü gülümserken. Derdi çok olanın gülümsemesi daha naif olur derler ya, işte o sözü Elif’in gülmesini görüp söylemiş olabilirler.
– Nereye gidiyorsun böyle, aynı tarafa gidiyorsan beraber yürüyelim mi biraz.
– Olur dedi, yürüyelim.
Ayağını cebinden çıkardığı ufak bir bezle sardıktan sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi hadi gidelim dedi. Yürümeye başladık. Çok uzun zaman olmuştu biriyle yürümeyeli. O an fark ettim ki iş güç derken hayatı yaşamayı ıskalamışız. Birkaç adım attıktan sonra elif koşarak geri döndü, düştüğü yerde kalan poşetini alıp geldi.
– ekmek almıştım da fırından, kardeşlerim bekliyor. Ayağımın ağrısından neredeyse unutuyordum.
– Kaç kardeşin var Elif?
İki ağabey, biri yedi biri dört yaşında. Beni de soracaksın kesin. Ben de 12 yaşındayım.
– Okula gidiyor musun peki, derslerin nasıl?
Sustu, bir süre konuşmadı. Biraz daldı uzaklara, bir şeyler diyecek ama dili varmıyor sanki. Ya da susarak anlatmıştı meramını.
– Gidiyordum ama bıraktım.
– Neden bıraktın, baban mı bırakmadı okumanı, bak öyle bir şey varsa gidelim polise anlatalım seni tekrar okula gönderebiliriz.
– Babam öldü benim, hem benim babam dünyanın en iyi babasıydı. Okula kayıt parası vermediğimiz için beni okula almak istemeyen okul müdürüyle kavga etmişti. Sonra polisler geldi yaka paça dışarı attılar babamı. Gözümün önünde babamı dövdüler. Ben babamı hiçbir zaman o kadar çaresiz görmedim ağabey. Kayıt parası veremedi diye dövdüler babamı. Hem de okula kayıt yaptırmak için getirdiği kızının gözleri önünde. Gazetede okumuştum bir keresinde, devlet okulları parasızdır diye. Madem parasız benim babamı neden dövdüler peki. Babam uzun bir süre yüzüme bakamadı utancından. Sonra mahalledeki Hayriye abla araya girmişti de beni okula almıştı. Ama hiç sevmedi beni müdür.
Sustu, bu kadar uzun konuşabileceğini hiç düşünmemiştin. Daha doğrusu bu kadar anlatacağını düşünmemiştim. Gözleri dolmuştu yine, bu seferki acı ruhunun acısıydı. Ok iki yaşında bir çocuk yaşamanın yahut yaşayamamanın yükünü omuzlarına almış, ağırlığı altında gözyaşları döküyordu. Başka başka çocuklar da karne hediyesi olarak ailesi tarafından Avrupa seyahatleri ile veya çok daha büyük şeylerle ödüllendiriliyorlardı. Hayat terazisinin bir tarafı arşa dayanırken diğer tarafı henüz yerden bir gram dahi kalkmamıştı henüz.
– Müdür neden sevmedi seni, çok mu yaramazdın?
– Yok ağabey ondan değil, fakiriz diye sevmezdi bizi. Sadece beni değil Zehra’yı da, Ali’yi de sevmezdi. Bizim babalarımız işçiydi çünkü. Ama sınıfta okumayı ilk biz sökmüştük. Yine de sevmezdi bizi.
İkimiz de aynı anda sustuk. Sanki uzun yıllar boyunca birbirini hiç görmemiş hiç olmadık bir zamanda karşılaşmış da konuşacak bir şey bulamayan iki insan gibiydik. Yürüdük, yürüdük. Sonra bir anda koşarak uzaklaştı benden. Hiçbir şey demeden, bir Allah’a ısmarladık demeden gözden kayboldu gitti.
Küçük bir kız, ayağına cam batmış ve sadece ufak bir bezle ayağı sarılı bir şekilde gözlerimin önünde koşarak uzaklaşmış ve ben hiçbir şey yapamamıştım. Bir an yapayalnız kaldım, ruhum sıkıldı, nefes almam zorlaştı, ayaklarımın bağı çözüldü. Yürüyecek dermanım kalmamıştı. Başımın döndüğünü hissettim. Oturacak bir bank buldum ve düşmeden oturabildim. Kravatımı çıkardım, nefes almaya çalıştım. Ama nafile, boşaydı çabalarım. Biraz önce küçük bir kız, babası ölmüş bir kız., hayatta belki de babası onun hiçbir dileğini yerine getirmediği halde benim babam dünyanın en iyi babası diyen bir kız. Ve ben; yıllarca çalışıp çabalayan, bana koca şirketi bırakan babamla tam iki senedir konuşmuyorum. Her şeyimi borçlu olduğum babam, ömrü boyunca benden bir tek şey istemiş, ben yapmamış ve bu konuda ısrar edince istediğini yapmayacağım deyip konuşmayı kesmiş ve bir daha da hiç konuşmamıştım. Bayramda seyranda bile bir telefon açmayı çok görmüştüm.
Babam şirketi bana devrettikten sonra yoksullar için her gün bir tas sıcak çorba dağıtmamı istemiş ve ben o kadar çalışıp didiniyorum boşa harcayacak param yok demiştim.
Utandım, sıkıldım, yer yarılsa o an tereddüt etmeden yerin dibine girmek isterdim doğrusu. Elif’in fakir olduğumuz için müdür sevmezdi bizi cümlesi kafamın derinliklerinde dolaşıyor, bu zamana kadar bende olduğundan bile şüphe ettiğim vicdanımı sızlatıyordu. Öyle ki Elif’in de o çorbadan içme ihtimalini düşündükçe aldığım her nefesin ziyan odluğunu düşündüm.
Uzun bir süre bankta oturmuş, hiçbir şey yapmadan öylece kalmıştım. Çok sonra havanın karardığını fark ettim ve yakın bir camiden gelen ezan sesiyle kendime gelebildim. Telefonum, telefonum nerede? Babamı aramalıydım, hemen vakit kaybetmeden babamın yanına gidip, ayaklarına kapanıp ondan af dilemeliydim.
Çantamı kurcalayıp telefonumu buldum. Babamı aradım, telefon çaldı, çaldı, çaldı. Cevap vermedi. Belki de haklıydı babam. İki senedir kendisiyle tek kelime etmeyen, bayramda bile arama gereği duymayan bir evladın telefonunu neden açsın ki. Tam umudu kesmişken telefonum çaldı. Arayan babamdı. Telefon ekranında babamı görünce içimde çok büyük bir mutluluk, bunun yanında bir korku, bir heyecan da oluştu. Telefonu açtım. Oğlum dedi babam.
– Beni mi aradın oğlum. Kusura bakma yetişemedim telefonuna, açamadım.
– Yok baba ne ne kusuru, evde misin hemen yanına gelmek istiyorum.
– Evdeyim oğlum gel.
Konuşurken babamın sesinin titrediğini, ağlamaklı olduğunu hissetmiştim. Telefonu kapattığımda benim de gözlerim dolmuştu. Hemen bir taksi çevirdim ve babama gittim. Yol kısaydı belki ama ömrümün en uzun yoluydu benim için.
Eve geldim, kapıyı çaldım, kısa bir süre sonra kapıyı babam açtı. Öylece durduk ikimiz de. Hiçbir şey konuşmadık. Kapı eşiğinde iki aşık gibi, iki suçlu gibi kalakaldık öylece. Oğlum diyerek sarıldı babam. Bir baba evladına bu denli içten sarılabilir ve bu, dünyadaki her şeyden daha değerli olabilirdi. Sahi bir baba evladı için ne yapardı ki? Bu sorunun cevabı çok basittir esasında.. Bir baba evladı için her şeyi yapabilir. Ama evlat babası için her şeyi yapabilir mi? Yapan vardır belki, belki çok daha fazlasını yapan da vardır. Ben yapmamıştım. Hem de hiçbir şey yapmamıştım. Bir evlat olarak, bir insan olarak ne babam için ne ne bir başkası için bir şey yapmıştım.
Oturduk, konuştuk. İki yılın küskünlüğü bir anda bitmiş, babam beni sandığımdan çok daha kolay bir şekilde affetmişti.
– Şu yoksul insanlar için çorbacı diyordun ya baba
– Evet. Açtın mı yoksa?
Yok baba açmadım. Onu diyecektim hemen açalım. Belki Elif ve kardeşleri de gelir.
Elif kim evladım
-Elif? Hiç baba, hiç kimse…