İman esasları içinde peygamberlerin tümüne iman önemli bir yere haizdir. Tarih boyunca peygamberler, Allah’tan aldıkları vahiyleri insanlara ileten elçiler olmuşlardır. Bir başka deyişle peygamberlik, vahiyle Allah’tan gelen emirleri/nehiyleri insanlığa aktarmak, gönderildikleri milletleri doğru olana davet etmekle vazifelendirilen ulvî bir vecibedir. Kaldı ki bu mümtaz şahsiyetler, Allah’tan aldıkları emirleri veyahut nehiyleri ne eksik ne de fazla nakletmişlerdir.
“Emanet” sıfatı gereği Yüce Allah’tan gelen şeylerin tamamını noksansız iletmişlerdir. Bunun yanı sıra akâid risâlelerinde peygamberlerin sıfatları arasında emanete ilaveten “fetanet, ismet ve tebliğ” kavramları zikredilerek vasıfları arasında sayılmıştır. Bu bahiste belirtmek gerekir ki, peygamberlik makamı kesbî (kazanma ile elde edilemeyecek) değil; vehbî (Allah tarafından verilmiş) bir müessesedir. Yani bir beşer, üstün ahlâk sahibi olmak, ibadetlerde azami gayret göstermek gibi niteliklerle peygamberlik makamına erişemez.
Kelâmî mezhepler, nübüvveti hal, araz ve sıfat olarak tanımlasalar da peygamberlikte mahiyet bakımından bir fazilet, üstünlük veya noksanlık söz konusu değildir. Nebî ve resuller bu sıfatı elde etmede eşit olup resul ve nebîdirler. Her biri arasında ayrım yapmaksızın iman etmek, Allah’a imanın bir gereğidir.
İslam dini, vahye, peygambere ve mucizelere ihtiyaç olmadığını savunan “deizm” akımına yönelik sert eleştiriler getirerek bu anlayışı tenkid edip reddetmektedir. Bu çerçevede bir müslüman, iman esaslarından birini reddetmenin Allah’a iman esasını da yok saydığını bilmelidir. Neticede iman esaslarının hepsini toptan inkar eden veyahut birini kabul etmeyen kimse küfre düştüğünün farkında olmalıdır.